Neslin devamını sağlayabilmenin vazgeçilmez bir unsuru olan çocuk sahibi olma her çağda insanlar için en önemli konulardan biri olmuştur. Ayrıca aile bağlarını güçlendirmesi açısından çocuk sahibi olmaya dini ve kültürel olarak büyük önem atfedilmiştir. Bu nedenledir ki geleneksel ve dinî motiflerle bezeli, zaman zaman hurafe denebilecek düzeyde uygulamalar içeren, hamilelikten doğum sonrası sürece kadar devam eden ritüeller oluşmuştur. Bu ritüeller nesilden nesile, yöreden yöreye farklılıklar göstermiştir.
Hamilelik genellikle çevreden saklanılmaya çalışılan mahrem bir kavram olarak görülürdü. Hamileliğin ilerlemesiyle birlikte çocuğun cinsiyetini belirleyebilmek için anne karnının aldığı şekle bakılır, şayet anne karnı sivri ise erkek, geniş ise kız çocuk olacağına yorulurdu. Yine annenin yüzüne bakılarak da bazı çıkarımlarda bulunulur ve annenin yüzünün güzelleşmesi erkek çocuğa, çirkinleşmesi ise kız çocuğa işaret olarak algılanırdı.
Tıp eğitimi almış ebelerin toplumda yaygınlık kazanmadığı 20. yüzyıl öncesinde doğumlar, tecrübeyle kazanılmış geleneksel ebelik bilgilerine sahip kadınlar tarafından yaptırılmaktaydı. Halk arasında “Mahalle Ebesi”, “Ev Ebesi” olarak isimlendirilen, tecrübelerine ve el maharetlerine inanılan “Halk Ebeleri” arasında sevimli, sıcakkanlı, görgülü, tatlı dilli ve yaşlı olanlar tercih edilirdi. Ebeler genelde doğum sırasında alet kullanmazlar, doğumu kolaylaştırmak için çeşitli uygulamalar tatbik ederlerdi.
Doğumun gerçekleşmesiyle birlikte ebe hanım çocuğu yıkar, tuzlar, dili tatlı olması için ağzına şeker sürer, çocuğu da kendisi kundaklardı. Bebeği nazardan korumak amacıyla şap, çörekotu, mavi boncuk, sarımsak gibi maddelerden muska ya da nazar boncukları yapılır ve bebeğin başucuna asılırdı. Bebeğin göbek bağı doğduktan hemen sonra kesilir ve bir yere gömülürdü. Göbek bağının gömüldüğü yer önemlidir zira bu yere göre çocuğun meslek sahibi olacağı düşünülürdü.
Yeni doğum yapmış kadını ziyarete gelen akraba ve komşulara, anne sütünün bol ve bereketli olması, bebeğin ağız tadıyla büyüyüp gelişmesi amacıyla hazırlanan, kırmızı renkli “Loğusa şerbeti” ikram edilirdi. Bebeği görmeye gelenler, anneye “Göbek Akçesi” verirlerdi.
Doğum sonrası kırk gün boyunca anne ve bebeğe özenle bakılır, halk arasında “alkarısı” denilen hayalî bir yaratığın musallat olmaması için tedbirler alınırdı. Halk dilinde al, alanası, alkızı, alkarı, albası ve albıs adlarıyla da anılan alkarısı kötü ruhlardan sayılmakta ve cin, peri, dev veya şeytan şeklinde tasavvur edilmektedir. İnanışa göre albastı onun tesiriyle ortaya çıkar ve tedbir alınmazsa lohusa kadınla çocuğunun ölümüne sebep olur.
Korunmak için alınan başlıca önlemler lohusayı kırk gün yalnız bırakmamak; gece gündüz odasında lamba yakmak; ona ve çocuğuna yakın bir yere Kur’an, ayna, soğan, sarımsak, nazarlık asmaktır. Albastı aslında tıptaki lohusa humması olarak bilinen mikrobik bir hastalıktır. Doğum sonrasındaki kırkıncı gün evde ya da hamamda bebek ve lohusa yıkanarak kırklanırdı. Anadolu'nun hemen her yöresinde görülen kırkıncı gün uygulamalarında; anne ve çocuğun yıkanacağı suya 40 taş atılması, annenin 40 tas suyla abdest alması gibi birçok farklı âdet uygulanırdı.
Doğumdan üç veya yedi gün sonra bebeğe ad vermek için sağ ise büyükbaba veya babaanne değilse baba, besmele ile bebeği dizinin üstüne koyar, Allah’a şükrettikten ve Peygamberimizin ruhuna Salât ü Selâm okuduktan sonra bebeğin sağ kulağına önce ezan-ı şerif okur, daha sonra takacağı ismi üç kere söyler, sonra da yine çocuğun kulağına üç kere Kelime-i şahadet getirir.